ingiliz filolojisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ingiliz filolojisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Nisan 2013 Cumartesi

İngiliz Filoljisinin ilk eğitim kadrosundaydı


( 14.06.2007 tarihli Cumhuriyet Kitap ekinde karşıma çıktı bu yazı, tanımayan bilmeyenler için hoş olabilir. )

Tatyana Moran, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nin İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümünün, eski adıyla İngiliz Filolojisi'nin ilk eğitim kadrosunun da hayattaki son temsilcisiydi.

Cüneyt AKALIN

Tatyana Moran'ı 26 Mayıs 2007 günü sonsuzluğa uğurladık... İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinin İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nün, eski adıyla İngiliz Filolojisi'nin ilk eğitim kadrosunun hayattaki son temsilcisi,Cumhuriyetimizin seçkin hocalarından Halide Edip'lerin, Ahmet Hamdi Tanpınar'ların, Prof .Vahit Turan'ın, Prof. Berna Moran'ın, Prof. Mina Urgan'ın yakın çalışma arkadaşı, Prof. Akşit Göktürk'ün ve Edabiyat Fakültesi'nde görev yapan birçok değerli öğretim üyesinin hocasıydı.

YAŞAMINDAN KESİTLER

Sovyet Devrimi'nin ardından 1920'de Kırım'dan kaçarak Türkiye'ye sığınan bir Rus mühendisin kızıdır. Un değirmenleri uzmanı mühendis Sokolsy'nin ülkenin sıkıntılı ortamında birkaç değirmeni devreye sokmayı başarması ailenin İstanbul'a yerleşme sürecini hızlandırdı. Tatyana ortaöğrenimini İstanbul Dame-de-Sion Lisesinde tamamladıktan sonra çıktığı yurtdışından Türkiye'ye dönüşünde bir yandan Tan ve Cumhuriyet'te çalışırken bir yandan da İngiliz Edebiyatı bölümünü tamamlar ve akademik yaşama başlar. Berna Moran'la o yıllarda tanışır, evlenir. Tatyana Moran 1980 başında emekli olana kadar Edebiyat Fakültesi'nde görev yaptı. Aziz Nesin'in önderlik ettiği 12 Eylül'ün ünlü "Aydınlar Dilekçesi"nin imzacılarından olan Tanya 12 Eylül Yönetimi'nin ardından soğuduğu üniversiteden kopmak için emekliliğini istedi.

TATYANA'DAN KİŞİSEL ANILAR

Tanya'yı sizlere anılardan yola çıkarak anlatmaya çalışacağım. Bu anılar kişisel gibi görünse de yalnızca bana ait olan şeyler değildir, Ortak Bellek'in parçalarıdır. Aslında, burada birçok dostun adına konuştuğuma eminim. Tatyana Moran'ı 68'li yıllarda tanıdım. Ortak bir dostumuzla birlikte Moran'ları Moda'daki evinde ziyarete gittik. Evi görmüş olanlar bilirler; duvarlar kitaplarla kaplıdır; rahat, temiz, ciddi bir ortam eve hakimdir. Moran çifti ve evle ilgili en başta söylenmesi gereken, konuklarına gösterdikleri nezaket ve içtenlikti. Berna ve Tatyana Moran sıcak, dostça bir hava yaratıyorlardı. Önceleri evsahiplerinin kocaman ünvanlarından çekindiğim için ölçülü davranmaya özen gösterdiğim o evde, bir süre sonra kendimi rahat hissettiğimi fark ettim. Bir süre sonra ben de havaya girdim, kendisine Tanya diye hitap etmeye başladım. Bir başkası için kullanmaya cesaret edemeyeceğim bu ifadeden Tanya hiç de şikâyetçi görünmüyordu. İkinci husus, Tanya'nın konukseverliğidir. Tanya konukları ağırlamaya özen gösterir, her seferinde bu ikramı elleriyle yapardı. Annemden on yaş yaşlı birisinin böyle davranması beni tedirgin ediyordu ama yapacak bir şey yoktu. Buna yatağa düştüğü son bir yıla kadar özen gösterdi. O kadar ki koltuktan kalkmakta zorlandığı durumlarda elini uzatır, ayağa kalkmasına yardımcı olmamızı gözleri ile ister, sonra iki ayağının üzerine dikilince mutfağın yolunu tutardı. İçinde yaşadığımız toplumda o düzeyde bir nezaketi başkalarından gördüğümü hatırlamıyorum. Filmlerde gördüğümüz, romanlarda okuduğumuz sahneleri çağrıştıran o sahneleri Tanya'nın gösteriş için yapmadığı açıktı. Buna gerek yoktu zaten. Üçüncü gözlem, çevresine gösterdiği ilgidir. Herkesi sorar, ayrıntıları irdeler, ancak bunu yaparken nezaketi elden bırakmaz, kimsenin gırtlağına basmazdı. Dördüncü husus, hayata bağlılığıdır. Ben hayata bu kadar bağlı bir insan az gördüm. Yaşama sıkı sıkıya sarılmıştı. Karamsarlığa hiç kapılmadı, umutsuzluk nedir bilmedi. Zayıf bünyesinin yol açtığı sağlık sorunları ve çevrede oup bitenler sürekli homurdanmasına neden oluyordu ama bu onda bir kötümserlik yaratmıyordu. 90'lı yaşında hep ileriye baktı. Son ana kadar giyimine kuşamına özen gösterdi. Kaderci miydi, olayları olduğu gibi kabul mü ediyordu? Berna Bey'i ardından Mîna Hanımı, yakın arkadaşı Füreya'yı, komşusu Orhan Firuz'u, Ferit'in eşi Tanyeri'yi ve ötekileri yitirmek onu sarstı ama acıları içine atmayı bildi, kendini hiç bırakmadı. Şöyle ya da böyle hayat devam ediyordu.Bunlar kişisel anılar, bir de Tanya'nın kimliği var:

ORTAK BELLEK'TE TANYA

Adı üzerinde Tanya Rus kökenliydi. Rus ana-babanın, mühendis Leon Sokolsky'nin kızıydı. Sokolsy 1920'lerin Rusya'sında Menşeviklerle birlikte hareket edince ve Bolevikler iç savaşı kazanarak Kırım'a ulaşınca, aile, başta baba Kerç'te barınamayacağını düşünmüş, Türkiye'ye kaçmaya karar vermiş. Plajdan deniz giysiler, içinde bir takaya atlayarak İstanbul'un yolunu tutmuşlar. Tatyana Rumelifeneri'ni uzaktan seçtiğinde taşıdığı duyguları zaman zaman anlatırdı. Peki Tanya ne kadar Türktü, neler hissediyordu? Şimdilerde çok moda, özellikle gençler etnik kökenini araştırıyor. Göçmen ailenin özellikle babanın mühendislik yetileri sayesinde kısa sürede toplumda bir yer edindiğini, bunun ailenin Türkiye'ye yerleşmesini kolaylaştırdığını biliyoruz. Ama bu kadarı bir toplumu benimsemek için yeterli midir? Bir kimliği edinmek, insani sıcaklığı, benimsemeyi gerektirmez mi? Bakın Tanya "Dün Bugün"de ailenin yaptığı seçimi nasıl anlatıyor: "Bolşeviklerden kaçıp Türkiye'ye sığınmış olan Beyaz Rusların çoğunun bir tek amacı vardı. Amerika veya Batı Avrupa'ya yerleşmek. Bunun için sürekli vize peşinde koşarlardı. Ve vizeleri beklerken kimi lokanta kimi gece kulübü kimi pastane açardı. Birkaçı ise Türkiye'ye yerleşip burada yaşamakta kararlı idi. Ona Amerika, Belçika, Fransa gibi ülkelerden iş teklifleri gelmişti. Hiçbirini kabul etmedi. ...Kendisini Batılılardan çok Türklere yakın hissediyordu.... Mustafa Kemal'e de özel bir hayranlığı vardı. (Dün, Bugün, s. 32) Kanımca babasının ağzından dile getirdiği bu değerler, Tanya'nın da duygularını ifade ediyor. Tanya Belçika'dan başlayan, Afrika'dan devam eden, Amerika'lara uzanan bir kozmopolit serüvenden sonra İstanbul'a gelmiş ve burada yerleşmişti. Buna burada kök salmak da denebilir. Bu seçimi yapan kişi 30'lu yıllarda pekâlâ Moskova'ya dönebilir, orada kendine bir yaşam kurabilirdi. Menşevik babasının Bolşeviklerle sorunları olmuştu ama ailenin öteki kolu Bolşeviklerle ilişkiyi sürdürmüştü. Lunaçerski'nin aileyi Moskova'ya çağırdığını bizzat Tanya söylemişti. O olanaklara sahip olan bir kişinin burada "kök salmaya" karar vermiş olması kuşkusuz anlamlıdır. Bundan önceki Rus başkonsolosu seçkin bir diplomattı. Babası Sahalin'lere sürgüne yollanan bir Stalinzede imiş. Tanya'dan söz ettim. Çok tanışmak istedi. Tanya'ya söyledim, tepki göstermedi, yanıt da vermedi. Sanki duymazlıktan gelmişti; Bundan şu çıkıyor: Rus kökenli ailesi ile ilişkilerini sürdürdü onlardan kopmadı ama "siyasal Rus toplumu"ndan kopmuştu. Cumhuriyet gazetesinde Moskova muhabiri Hakan Aksay'ın Tanya'ya anlatırken "Türkleşmiş Ruslar" ifadesini kullanması bence kaba bir ifadedir. Açık olan şudur: Tanya örnek bir Cumhuriyet yurttaşıydı. Ortak Bellek'i yaratan anıların ikinci boyutu Tanya'nın toplumsal aidiyetidir. Tanya Cumhuriyet'in eşitlik, özgürlük, dayanışma ülküsüne bağlıydı. Emekten yanaydı. Tanya solcu bir aydındı. Bu konuda netti. Tutumunu hiç değiştirmedi. Sovyetler'in dağılması vb. onu etkilemedi. Sovyet tarzı bir rejim, aslında gönlündeki aslan değildi ancak belli çevrelerin Sovyetler'e saldırdığı Soğuk Savaş ortamında eleştirilerinde ölçülü olmaya dikkat etti. Dünyaya hep ilerleme penceresinden baktı. Gericilere kızdı, onlarla arasına hep mesafe koydu. Solcu dostlarından sitayişle söz etti; kafasına bir şey takıldığında telefonu açıp onlarla uzun uzadıya dertleşirdi. Burada "Aziz" diye çağırdığı Azin Nesin'in o dünyada özel bir yer işgal ettiğini belirtmeliyim. Kimliğinin bir başka boyutu üniversiteye bağlılıktır. Üniversiteyi önemsedi, daha iyi olması için kafa yordu, mücadele verdi. Tam bir aydınlanmacı bakışıyla bakıyordu üniversiteye. Genç kuşakları ilerletmenin tek yolu eğitim-öğretimdi. Gençlere sabırla en iyisini öğretmek gerekiyordu. Berna Bey'le birlikte kalkıştığı Erzurum Atatürk Üniversitesi macerası bir ara nameydi; onun yeri İÜ Edebiyat Fakültesi idi. Burada kendini evinde hissediyordu. Burada birkaç yıl önce verdiği bir "Chaucer dersi" dostlarınının ağzındadır. Gençler çok mutlu olmuşlar. Bir büyüğün fakülteye sahip çıkması, 90'lı yaşlarında tekrar öğrencilerle birlikte olmak istemesi az şey midir? Tanya örnek bir aydındı. Dikkatle okur, düşüncelerini paylaşır, israrla inatla tartışırdı. Parlak, çok yönlü bir entelektüeldi. Bunun ailesel temelleri olduğu anlaşılıyor. Babasının bir Tolstoy hayranı olduğunu üç kızına da Tolstoy'un kızlarının adını verdiğini, en büyükleri Tatyana'yı Aleksandra (Şuşa) ve Nataşa'nın izlediğini anılarından öğreniyoruz. Bu sağlam temelde gelişen ve İÜ Edebiyat Fakültesi gibi bir ortamda süren entelektüel yaşamda emekliliğin söz konusu olmadığının ayırdındaydı. Sürekli okuyordu. Klasiklere zaten hâkimdi, öte yandan, ne yapıp edip güncelin gerisinde kalmamaya da çalıyordu. Burada bir parantez açmak istiyorum: Tatyana Moran'ın entelektüel faaliyetlerini sürdürdüğü, lupla okuyup, dikte ederek yazı yazdırdığı son döneme ilişkin bir anımı aktaracağım. Bunu tarihe bir not düşmek adına yapıyorum. Tatyana Moran son bir yıldan önceki dönemde, her ziyarete gittiğimizde ısrarla Orhan Pamuk'u eleştiriyordu. Kişisel olarak tanıştığı, bir dönem görüştüğü bir kişi olan Orhan Pamuk'un son romanı Kar'ı hiç beğenmediğini ifade ediyor, bir eleştiri yazmak istediğinden ama bunu yayımlatmanın güç olacağından dem vuruyordu. Hatta eşim romanı henüz okumadığını söyleyince, "boşuna para harcama, ben sana vereyim" dediğini hatırlıyorum.Yazarın siyasi tavrını da ağır bir şekilde eleştiriyordu. Tanya alçakgönüllüydü. Kendini öne çıkarmazdı, kendinden fazla söz etmezdi. Yakın dostu Mîna Urgan'ın anıları çok ilgi görünce çevresi onu yazmaya zorladı. Gerçekten de renkli hayatı hepimizin ilgisini çekiyordu, anılarını toplumla paylaşması gerektiğine içtenlikle inanıyorduk. Anları "Dün Bugün" adıyla 2000'de İletişim Yayınları tarafından basıldı. Kitabın yayımının ardından kendisi ile yaptığım söyleşide bu soruyu yöneltmişim: - Neden bu kadar beklediniz yazmak için?- Aslında yazmayı hiç düşünmüyordum. Ben bir dil uzmanıyım. O konularda yoğunlaştım. Yazmak aklıma bile gelmedi. Üstüme düşmeselerdi yapmazdım bunu. ( 3 Ağustos 2000, Cumhuriyet Kitap Eki)İyi ki üzerine gitmişiz. "Dün Bugün bizleri yarına taşıyor

SONUÇ:

Alçakgönüllülüğü, ciddiyeti, medeni cesareti, ilkeliliği ile tanınan, dostumuz ve büyüğümüz Tatyana Moran çok sevdiği İstanbul'un Kadıköy-Moda semtinde hayata gözlerini yumduğunda 97 yaşındaydı. Her ölüm biraz erken ölümdür. Tatyana'ya doyamadık; bir de son yıl olmasaydı.... Eve, giderek de yatağa mahkûm olmak hiç hoşuna gitmemiş, yaşama azmi zayıflamış, eve olan güçlü hâkimiyetini yitirmiş, bakıcısına tabi bir yaşam sürmeye başlamıştı. Entelektüel yaşamı çöküntüye uğramıştı. Ölüm böyle bir şey demek ki....

20 Mart 2013 Çarşamba

Kraliçe I.Elizabeth (BBC)

Youtube belgeseller için bir cennet gibi. Geçen "Buraya nasıl geldim?" sorusunu sorduğum da yine youtube'daydım. BBC'nın Kraliçe I.Elizabeth üzerine çektiği ufak bir Kraliçe I. Elizabeth serisine denk geldim: From Prison to Palace, The Virgin Queen, Glorianna, Heart of A King. Her bir bölüm Kraliçe'nin farklı dönemlerini ele alıyor. Bir piç olarak geçirdiği yıllar, kardeşi tarafından hapishaneye gönderildiği zamanları, zina ile suçlandığı zamanları, taç giyme töreni, kraliçelik dönemi...Tahmin edersiniz ki bu kadar bölümle Elizabeth'in yaşamının bilinen tüm sahneleri gösterilmeye çalışılmış. Her bölüm önemli bir tarihçi olan David Starkey tarafından sunuluyor, İngiliz aksanı da dahil, ve yer yer Starkey, Elizabeth dönemi olan 16.yüzyıla dönük notlar da ekliyor. İngiliz filolojisi alanında çalışan herkesin hakim bilgiye sahip olması gereken, kimilerine göre gelmiş gelmiş en iyi yazar/şair olan, William Shakespeare, Elizabeth'in döneminde yaşamış ve eserlerini yine bu dönemde vermiştir. Sadece bu yüzden bile bu alana ilgi duyan ya da çalışmak isteyenlerin izlemesi gereken dört saatlik önemli bir belgesel olduğunu düşünüyorum.

İyi seyirler:










P.S.: Yok ben Kraliçe'nin belgesel olarak hayatını izlemek istemiyorum diyenlerdenseniz, o halde hem Cate Blachette'in hem de Helen Mirren'in Kraliçe I. Elizabeth'i oynadıkları yapımları tavsiye ederim, özellikle Helen Mirren. Blachette'in oynadığı iki bölümlük film de güzel fakat Mirren'in oynadığı HBO yapımı iki bölümlük dizide Elizabeth'in orta yaşlı ve hükümdarlığının son dönemleri sahnedeydi ve tabii bunda, ilk defa Francis Bacon'ı bir yapımda kraliçenin yanında görmüş olmam da etkili olmuş olabilir (:)). 

15 Mart 2012 Perşembe

Mart'ın 15'i... Caesar!!

Shakespeare'in Julius Caesar metnini çalışmış hemen her (ingiliz) edebiyat(ı) öğrencisi "Beware the ides of March" (Mart'ın 15'ınden kaçın) öğüdünü bilir. Bu öğüdü dinlemeyen Caesar'ın sonu ise ölüm olur. E bugün Mart'ın 15 olduğuna göre ölüm yıl dönümü. Benim de aklıma Caesar'ın Kleopatra ile olan ilişkisinden doğan oğluna verilen ad ve bununla birlikte sözlüklerimize giren caesarean (sezaryen)  kelimesi geldi. Bu kelime Latince caedere (kesmek) fiilinden gelir.  

Kimilerince kelime direkt Gauis Julius Caesar'dan geliyor, çünkü efsaneye göre kendisi de bu yöntem ile doğmuştur. Ama bilinen o ki annesi Caesar'ın orta yaşlarına kadar yanında ona akıl verenlerden birisi olmuştur. Bir başka söylem Roma'daki Lex Regia (kral yasası), sonrasında Lex Caesarea (imparator yasası) eğer bir kadın çocuk doğumunda ölüyorsa bebeği kesip alınması yasasını içerirdi. Bu yasanın sebebi büyük ihtimalle dini bir gerekliliğe dayanmaktaydı. 


Başka dillerdeki kullanımlara baktığımızda yine Caesar'a işaret eden bazı ipuçları var; modern Almanca, Danca; Kaiserschnittkejsersnit ("İmparator'un kesiği"). Çince, Romence, Sırpça, Slovence, İbranice, Portekizce, Türkçe.. ve dahasında da terim bu anlama gelir.

OED de baktığımızda şu açıklama veriliyor;


  • 1 (US also cesarean) of or effected by caesarean section:a caesarean delivery2 (Caesarean) of or connected with Julius Caesar or the Caesars:the Caesarean faction in the civil wars after 44 bc
OED da kelimenin Julius Caesar ile ya da Caesarlar ile bağlantılı olduğunu söylüyor. 

Etymonline da kelimenin 1610'larda kullanılan caesarian section teriminin kısaltılmış hali olduğu yazıyor, bu hal 1923'ten beri kullanımdaymış (sözlüğün yalancısıyım).

8 Ocak 2012 Pazar

The changes in English after the Norman Conquest

We always thought that English is inseparable to English people, but the language of England’s history is short. Different people have inhabited the British Isles, but we know very little about the languages spoken until the coming of the Celts around 3.000 years ago. Celtic languages were spoken all over Europe and there were many tribes. The Celts displaced or mixed with the people inhabiting Britain before them, they and the language they spoke were later displaced. Celtic was probably the first Indo-European language to spoken in England. We mean by the term Indo-European only to the culture of a group of people who lived in a relatively small area in early times and who spoke a more or less unified language out of which many languages have developed over thousands of years, not any racial connotations. It became the source of most other European and many South-Asian Languages.

Another language was Latin, which was spoken for a period of about four centuries before the coming of English. When Britain became a domain of the Roman Empire they received Latin. In 55 B.C. Julius Caesar, decided upon an invasion of England, yet aim of his attempt was not clear. Because of the political power of the Roman Empire, Latin was spoken in parts of Britain and European continent and applied a strong influence on Celtic and Germanic languages. Words such as wall, kitchen, wine and mile borrowed from Latin to Germanic (and though Germanic into English) during this time.  The Latin influence continues through medieval and renaissance times, not though actual migrations but though the Catholic Church and intellectual developments such as Humanism and the Renaissance.

In 449, English became an official language of British Isles with the reach of Germanic tribes and their languages. The Germanic tribes (e.g. the Franks, Angles, Saxons, Vandals, Goths) were different culturally, but it is not clear how distinct their language were. With time the tribe of Angles became the dominant group, and some people who settled in England form the fifth century called themselves Engle (Angles) and their language englisc (Angle-ish). The word “English” derives form one of these tribes—the Angles.

During the disorder that followed the withdrawal of the Roman legions and the coming of the Anglo-Saxons, Christianity had died out among the Britons. The only religion of the Anglo-Saxons themselves was Germanic paganism, in England during the Old English period (449–1066). Christianization is a landmark in the history of the English language because it brought England and the English speakers into the only living intellectual community of Europe, that of the Latin Church. England immediately adopted the Latin alpha- bet, and English was soon being written down extensively. New loanwords from Latin began to appear in English. During the seventh and eighth centuries, the level of Latin scholarship was so high in England that English scholars were in demand on the Continent.

William the I (William the Conqueror, Duke of Normandy) and his followers took control of the area of northern France that became known as Normandy (Norman = “north man”). The Normans soon gave up their own language in favor of French, but it was a French heavily influenced by their original Germanic dialect, a fact that was much later to be of significance in the ultimate resurgence of English in England. One of the reasons for this relatively easy acceptance was that William brought the land more unity, peace, and stability than it had experienced for generations.

The linguistic situation in Britain after the Conquest was complex. French was the native language of a minority of a few thousand speakers, but a minority with influence out of all proportion to their numbers because they controlled the political, ecclesiastical, economic, and cultural life of the nation. The English court was a French-speaking court. Anglo-Norman writers including Marie de France, Wace, Béroul, and Thomas of Britain wrote for some of the finest French literature of the period in England for French-speaking English. A large majority of the population of England spoke English but English had no value. In the Church and of many secular documents the language of Latin became the written language. It was also spoken in the newly emerging universities and in the Church. Even if the kings had no English, most of the nobility would have had to learn English words in order to communicate with their Anglo-Saxon subordinates. Half of English dictionary is full with French words, such as; religion, pray, duty, pay, trouble, estate, tax. Most of them supervened English after 1204.  

We can see the Normans’ influence on English without argue. We may say that English became a pair of French, half of the dictionary was full of French words, the rulers of the country know French not English. With time, French loss its value in England and English became dominant again. This intercourse led to a smoothing out of the most striking dialectal differences and to the beginnings of a new branch of English, based on the London dialect but including features from all dialectal areas. By the 14th century, for about three hundred years after the Conquest, French became a language, like Latin, was taught in the schools. But French remained the official language of England until the second half of the 14th century. Two events of that century confirmed its fate and guaranteed the rebirth of English.

The first of these events was the Black Death (1348), one-third of the people in England died of the Black Death between 1348 and 1351. With the decreasing of the population, the need to labor was increased. The ruling classes were had to respect the lower classes because they needed them so much. This respect leaded them to respect English too. It was the only language of the lower classes.

The second of these events was the Hundred Years War (1337-1453). It was between England and France, and France defeated by England. And England no longer had any reasons to learn or use French. Before the end of the Hundred Years War, French had already become a second language in England, even among the nobility.

By the mid-fourteenth century, English was used as the language of learning in schools. In 1362, English became the official language in England. The kings of England had spoken English and the number of manuscripts written in English. By the fifteenth century, everyone in England knew English. Throughout the period there was great dialectal differences in the English spoken and written different parts of the country. A standard spoken and written English based on the London dialect was appeared. This London dialect is the basis of all the national standards of today in Britain.

Toward the end of the fifteenth century, printing came to England; the printers set up their establishments in London and printed their books in the London dialect. This books spread throughout the country, they can carry the written version of London English with them all the time. The period of the ascendancy of Henry VIII to the throne in 1509 and the period of the end of the Middle English are harmonized.

To sum up the changes in English briefly; first difference came with the Norman Conquest, and the influences of French, Latin, and Scandinavian; later on, the Black Death and The Hundred Years War, with these war series French creased its value/importance on English and in England. With Norman Conquest the Old English period continued until the year 1100, then Middle English period started and it ended in the year 1500 with the same time of the ascendancy of Henry VIII.         


---

Algeo, John. The Origins and Development of the English Language, 6th ed, Wadsworth, 2010.
Baugh, Albert C.,  A History of the English Language. Routledhe Publishing, 1993.
Chomsky, Noam. On Nature and Language. CUP.
Gelderen, Elly van. A History of the English Language. John Benjamins Publishing Company, 2006.
Gruyter, Monton de. Studies in the History of the English Language IV: Empirical and Analytical Advances in the Study of English Language Change.
Susan M. Fitzmaurice & Donka Minkova (ed.), CUP, 2000.
Jespersen, Otto., Language: Its Nature, Development and Origin. 1954.
Knowles, Gerry. A Cultural History of the English Language. Arnold Publishing Company, 1997.

23 Kasım 2011 Çarşamba

Litera


İstanbul Üniversitesi'nin İngiliz Filolojisi bölümünün yayınladığı Litera dergileri. Elimdeki en eski sayının tarihi 1951, en yenininki ise 2000. İçlerinde çok değerli akademisyenlerin (Mina Urgan, Berna Moran,C. E. Bazell, Marion A. Taylor) makaleleri var. Bazılarını vakit bulunca buradan da paylaşacağım.