edebiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
edebiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Nisan 2013 Cumartesi

İngiliz Filoljisinin ilk eğitim kadrosundaydı


( 14.06.2007 tarihli Cumhuriyet Kitap ekinde karşıma çıktı bu yazı, tanımayan bilmeyenler için hoş olabilir. )

Tatyana Moran, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nin İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümünün, eski adıyla İngiliz Filolojisi'nin ilk eğitim kadrosunun da hayattaki son temsilcisiydi.

Cüneyt AKALIN

Tatyana Moran'ı 26 Mayıs 2007 günü sonsuzluğa uğurladık... İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinin İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nün, eski adıyla İngiliz Filolojisi'nin ilk eğitim kadrosunun hayattaki son temsilcisi,Cumhuriyetimizin seçkin hocalarından Halide Edip'lerin, Ahmet Hamdi Tanpınar'ların, Prof .Vahit Turan'ın, Prof. Berna Moran'ın, Prof. Mina Urgan'ın yakın çalışma arkadaşı, Prof. Akşit Göktürk'ün ve Edabiyat Fakültesi'nde görev yapan birçok değerli öğretim üyesinin hocasıydı.

YAŞAMINDAN KESİTLER

Sovyet Devrimi'nin ardından 1920'de Kırım'dan kaçarak Türkiye'ye sığınan bir Rus mühendisin kızıdır. Un değirmenleri uzmanı mühendis Sokolsy'nin ülkenin sıkıntılı ortamında birkaç değirmeni devreye sokmayı başarması ailenin İstanbul'a yerleşme sürecini hızlandırdı. Tatyana ortaöğrenimini İstanbul Dame-de-Sion Lisesinde tamamladıktan sonra çıktığı yurtdışından Türkiye'ye dönüşünde bir yandan Tan ve Cumhuriyet'te çalışırken bir yandan da İngiliz Edebiyatı bölümünü tamamlar ve akademik yaşama başlar. Berna Moran'la o yıllarda tanışır, evlenir. Tatyana Moran 1980 başında emekli olana kadar Edebiyat Fakültesi'nde görev yaptı. Aziz Nesin'in önderlik ettiği 12 Eylül'ün ünlü "Aydınlar Dilekçesi"nin imzacılarından olan Tanya 12 Eylül Yönetimi'nin ardından soğuduğu üniversiteden kopmak için emekliliğini istedi.

TATYANA'DAN KİŞİSEL ANILAR

Tanya'yı sizlere anılardan yola çıkarak anlatmaya çalışacağım. Bu anılar kişisel gibi görünse de yalnızca bana ait olan şeyler değildir, Ortak Bellek'in parçalarıdır. Aslında, burada birçok dostun adına konuştuğuma eminim. Tatyana Moran'ı 68'li yıllarda tanıdım. Ortak bir dostumuzla birlikte Moran'ları Moda'daki evinde ziyarete gittik. Evi görmüş olanlar bilirler; duvarlar kitaplarla kaplıdır; rahat, temiz, ciddi bir ortam eve hakimdir. Moran çifti ve evle ilgili en başta söylenmesi gereken, konuklarına gösterdikleri nezaket ve içtenlikti. Berna ve Tatyana Moran sıcak, dostça bir hava yaratıyorlardı. Önceleri evsahiplerinin kocaman ünvanlarından çekindiğim için ölçülü davranmaya özen gösterdiğim o evde, bir süre sonra kendimi rahat hissettiğimi fark ettim. Bir süre sonra ben de havaya girdim, kendisine Tanya diye hitap etmeye başladım. Bir başkası için kullanmaya cesaret edemeyeceğim bu ifadeden Tanya hiç de şikâyetçi görünmüyordu. İkinci husus, Tanya'nın konukseverliğidir. Tanya konukları ağırlamaya özen gösterir, her seferinde bu ikramı elleriyle yapardı. Annemden on yaş yaşlı birisinin böyle davranması beni tedirgin ediyordu ama yapacak bir şey yoktu. Buna yatağa düştüğü son bir yıla kadar özen gösterdi. O kadar ki koltuktan kalkmakta zorlandığı durumlarda elini uzatır, ayağa kalkmasına yardımcı olmamızı gözleri ile ister, sonra iki ayağının üzerine dikilince mutfağın yolunu tutardı. İçinde yaşadığımız toplumda o düzeyde bir nezaketi başkalarından gördüğümü hatırlamıyorum. Filmlerde gördüğümüz, romanlarda okuduğumuz sahneleri çağrıştıran o sahneleri Tanya'nın gösteriş için yapmadığı açıktı. Buna gerek yoktu zaten. Üçüncü gözlem, çevresine gösterdiği ilgidir. Herkesi sorar, ayrıntıları irdeler, ancak bunu yaparken nezaketi elden bırakmaz, kimsenin gırtlağına basmazdı. Dördüncü husus, hayata bağlılığıdır. Ben hayata bu kadar bağlı bir insan az gördüm. Yaşama sıkı sıkıya sarılmıştı. Karamsarlığa hiç kapılmadı, umutsuzluk nedir bilmedi. Zayıf bünyesinin yol açtığı sağlık sorunları ve çevrede oup bitenler sürekli homurdanmasına neden oluyordu ama bu onda bir kötümserlik yaratmıyordu. 90'lı yaşında hep ileriye baktı. Son ana kadar giyimine kuşamına özen gösterdi. Kaderci miydi, olayları olduğu gibi kabul mü ediyordu? Berna Bey'i ardından Mîna Hanımı, yakın arkadaşı Füreya'yı, komşusu Orhan Firuz'u, Ferit'in eşi Tanyeri'yi ve ötekileri yitirmek onu sarstı ama acıları içine atmayı bildi, kendini hiç bırakmadı. Şöyle ya da böyle hayat devam ediyordu.Bunlar kişisel anılar, bir de Tanya'nın kimliği var:

ORTAK BELLEK'TE TANYA

Adı üzerinde Tanya Rus kökenliydi. Rus ana-babanın, mühendis Leon Sokolsky'nin kızıydı. Sokolsy 1920'lerin Rusya'sında Menşeviklerle birlikte hareket edince ve Bolevikler iç savaşı kazanarak Kırım'a ulaşınca, aile, başta baba Kerç'te barınamayacağını düşünmüş, Türkiye'ye kaçmaya karar vermiş. Plajdan deniz giysiler, içinde bir takaya atlayarak İstanbul'un yolunu tutmuşlar. Tatyana Rumelifeneri'ni uzaktan seçtiğinde taşıdığı duyguları zaman zaman anlatırdı. Peki Tanya ne kadar Türktü, neler hissediyordu? Şimdilerde çok moda, özellikle gençler etnik kökenini araştırıyor. Göçmen ailenin özellikle babanın mühendislik yetileri sayesinde kısa sürede toplumda bir yer edindiğini, bunun ailenin Türkiye'ye yerleşmesini kolaylaştırdığını biliyoruz. Ama bu kadarı bir toplumu benimsemek için yeterli midir? Bir kimliği edinmek, insani sıcaklığı, benimsemeyi gerektirmez mi? Bakın Tanya "Dün Bugün"de ailenin yaptığı seçimi nasıl anlatıyor: "Bolşeviklerden kaçıp Türkiye'ye sığınmış olan Beyaz Rusların çoğunun bir tek amacı vardı. Amerika veya Batı Avrupa'ya yerleşmek. Bunun için sürekli vize peşinde koşarlardı. Ve vizeleri beklerken kimi lokanta kimi gece kulübü kimi pastane açardı. Birkaçı ise Türkiye'ye yerleşip burada yaşamakta kararlı idi. Ona Amerika, Belçika, Fransa gibi ülkelerden iş teklifleri gelmişti. Hiçbirini kabul etmedi. ...Kendisini Batılılardan çok Türklere yakın hissediyordu.... Mustafa Kemal'e de özel bir hayranlığı vardı. (Dün, Bugün, s. 32) Kanımca babasının ağzından dile getirdiği bu değerler, Tanya'nın da duygularını ifade ediyor. Tanya Belçika'dan başlayan, Afrika'dan devam eden, Amerika'lara uzanan bir kozmopolit serüvenden sonra İstanbul'a gelmiş ve burada yerleşmişti. Buna burada kök salmak da denebilir. Bu seçimi yapan kişi 30'lu yıllarda pekâlâ Moskova'ya dönebilir, orada kendine bir yaşam kurabilirdi. Menşevik babasının Bolşeviklerle sorunları olmuştu ama ailenin öteki kolu Bolşeviklerle ilişkiyi sürdürmüştü. Lunaçerski'nin aileyi Moskova'ya çağırdığını bizzat Tanya söylemişti. O olanaklara sahip olan bir kişinin burada "kök salmaya" karar vermiş olması kuşkusuz anlamlıdır. Bundan önceki Rus başkonsolosu seçkin bir diplomattı. Babası Sahalin'lere sürgüne yollanan bir Stalinzede imiş. Tanya'dan söz ettim. Çok tanışmak istedi. Tanya'ya söyledim, tepki göstermedi, yanıt da vermedi. Sanki duymazlıktan gelmişti; Bundan şu çıkıyor: Rus kökenli ailesi ile ilişkilerini sürdürdü onlardan kopmadı ama "siyasal Rus toplumu"ndan kopmuştu. Cumhuriyet gazetesinde Moskova muhabiri Hakan Aksay'ın Tanya'ya anlatırken "Türkleşmiş Ruslar" ifadesini kullanması bence kaba bir ifadedir. Açık olan şudur: Tanya örnek bir Cumhuriyet yurttaşıydı. Ortak Bellek'i yaratan anıların ikinci boyutu Tanya'nın toplumsal aidiyetidir. Tanya Cumhuriyet'in eşitlik, özgürlük, dayanışma ülküsüne bağlıydı. Emekten yanaydı. Tanya solcu bir aydındı. Bu konuda netti. Tutumunu hiç değiştirmedi. Sovyetler'in dağılması vb. onu etkilemedi. Sovyet tarzı bir rejim, aslında gönlündeki aslan değildi ancak belli çevrelerin Sovyetler'e saldırdığı Soğuk Savaş ortamında eleştirilerinde ölçülü olmaya dikkat etti. Dünyaya hep ilerleme penceresinden baktı. Gericilere kızdı, onlarla arasına hep mesafe koydu. Solcu dostlarından sitayişle söz etti; kafasına bir şey takıldığında telefonu açıp onlarla uzun uzadıya dertleşirdi. Burada "Aziz" diye çağırdığı Azin Nesin'in o dünyada özel bir yer işgal ettiğini belirtmeliyim. Kimliğinin bir başka boyutu üniversiteye bağlılıktır. Üniversiteyi önemsedi, daha iyi olması için kafa yordu, mücadele verdi. Tam bir aydınlanmacı bakışıyla bakıyordu üniversiteye. Genç kuşakları ilerletmenin tek yolu eğitim-öğretimdi. Gençlere sabırla en iyisini öğretmek gerekiyordu. Berna Bey'le birlikte kalkıştığı Erzurum Atatürk Üniversitesi macerası bir ara nameydi; onun yeri İÜ Edebiyat Fakültesi idi. Burada kendini evinde hissediyordu. Burada birkaç yıl önce verdiği bir "Chaucer dersi" dostlarınının ağzındadır. Gençler çok mutlu olmuşlar. Bir büyüğün fakülteye sahip çıkması, 90'lı yaşlarında tekrar öğrencilerle birlikte olmak istemesi az şey midir? Tanya örnek bir aydındı. Dikkatle okur, düşüncelerini paylaşır, israrla inatla tartışırdı. Parlak, çok yönlü bir entelektüeldi. Bunun ailesel temelleri olduğu anlaşılıyor. Babasının bir Tolstoy hayranı olduğunu üç kızına da Tolstoy'un kızlarının adını verdiğini, en büyükleri Tatyana'yı Aleksandra (Şuşa) ve Nataşa'nın izlediğini anılarından öğreniyoruz. Bu sağlam temelde gelişen ve İÜ Edebiyat Fakültesi gibi bir ortamda süren entelektüel yaşamda emekliliğin söz konusu olmadığının ayırdındaydı. Sürekli okuyordu. Klasiklere zaten hâkimdi, öte yandan, ne yapıp edip güncelin gerisinde kalmamaya da çalıyordu. Burada bir parantez açmak istiyorum: Tatyana Moran'ın entelektüel faaliyetlerini sürdürdüğü, lupla okuyup, dikte ederek yazı yazdırdığı son döneme ilişkin bir anımı aktaracağım. Bunu tarihe bir not düşmek adına yapıyorum. Tatyana Moran son bir yıldan önceki dönemde, her ziyarete gittiğimizde ısrarla Orhan Pamuk'u eleştiriyordu. Kişisel olarak tanıştığı, bir dönem görüştüğü bir kişi olan Orhan Pamuk'un son romanı Kar'ı hiç beğenmediğini ifade ediyor, bir eleştiri yazmak istediğinden ama bunu yayımlatmanın güç olacağından dem vuruyordu. Hatta eşim romanı henüz okumadığını söyleyince, "boşuna para harcama, ben sana vereyim" dediğini hatırlıyorum.Yazarın siyasi tavrını da ağır bir şekilde eleştiriyordu. Tanya alçakgönüllüydü. Kendini öne çıkarmazdı, kendinden fazla söz etmezdi. Yakın dostu Mîna Urgan'ın anıları çok ilgi görünce çevresi onu yazmaya zorladı. Gerçekten de renkli hayatı hepimizin ilgisini çekiyordu, anılarını toplumla paylaşması gerektiğine içtenlikle inanıyorduk. Anları "Dün Bugün" adıyla 2000'de İletişim Yayınları tarafından basıldı. Kitabın yayımının ardından kendisi ile yaptığım söyleşide bu soruyu yöneltmişim: - Neden bu kadar beklediniz yazmak için?- Aslında yazmayı hiç düşünmüyordum. Ben bir dil uzmanıyım. O konularda yoğunlaştım. Yazmak aklıma bile gelmedi. Üstüme düşmeselerdi yapmazdım bunu. ( 3 Ağustos 2000, Cumhuriyet Kitap Eki)İyi ki üzerine gitmişiz. "Dün Bugün bizleri yarına taşıyor

SONUÇ:

Alçakgönüllülüğü, ciddiyeti, medeni cesareti, ilkeliliği ile tanınan, dostumuz ve büyüğümüz Tatyana Moran çok sevdiği İstanbul'un Kadıköy-Moda semtinde hayata gözlerini yumduğunda 97 yaşındaydı. Her ölüm biraz erken ölümdür. Tatyana'ya doyamadık; bir de son yıl olmasaydı.... Eve, giderek de yatağa mahkûm olmak hiç hoşuna gitmemiş, yaşama azmi zayıflamış, eve olan güçlü hâkimiyetini yitirmiş, bakıcısına tabi bir yaşam sürmeye başlamıştı. Entelektüel yaşamı çöküntüye uğramıştı. Ölüm böyle bir şey demek ki....

26 Nisan 2012 Perşembe

"Death and the King's Horseman" üstüne bir yazı

Death and the King's Horseman, 1975 civarında Wole Soyinka tarafından yazılan konusunu gerçek bir hikayeden alan 5 perdelik bir tiyatro oyunudur. Oyun, 1950'lerde İngiliz kolonisi olan Nijerya'da geçer. Yoruba geleneklerine göre kral öldüğünde, onun en sevdiği köpeği ve atı da öldürülür, ve süvarisi de "ritual suiciade" adı verilen bir törenle intihar eder. Eğer bu tören yapılmazsa kralın ruhunun toplumu rahat bırakmayacağı ve cennete gidemeyeceği düşünülür, süvari ve hayvanlar onun cennete ulaşabilmesi için yardımcı olacaklardır.

Oyun işte tam bu noktada perde açar, Elesin, süvari, o gece kendini öldürecektir; ilk sahnede Elesin'in  Praise-Singer ile bir konuşması vardır, ritmik bir konuşmadır bu, küçük yerel şarkılar söylenir; sahnenin sonunda Elesin çok güzel bir genç kız görür ve "ölmek üzere olan bir adamın son arzusu" olarak o kızla evlenmek ister. Bu genç kız, Iyaloja'nın (Market'in yaşlı ve bilge kadını) oğlu ile nişanlıdır, Iyaloja kendini karakter yapan kararını açıklar ve kızla Elesin'in evlenmesine izin verir.

Oyunun ikinci sahnesi "beyaz insanların evinde" geçer. Simon & Jane Pilkings (vali ve eşi) Çavuş Amusa sayesinde bu intiharın gerçekleştirileceği haberini alırlar; çift ise Prens'in de katılacağı bir maskeli baloya gitmek için hazırlanmaktadır. Fonda sürekli davul sesleri vardır, bu ritmler Simon'i germektedir, bu, konuşmasına da yansır. Jane, daha yeni Hristiyan olmuş olan uşakları Joseph'a bu ritmlerin ne için olduğunu sorar, Joseph bilmediğini sesin hem düğün hem de ölüm müziğine benzediğini söyler, bir şeylerin ters gittiğini sezer. Sahne bitmeden önce Pilkings, Çavuş'u Elesin'i tutuklaması için market alanına gönderir.

Üçüncü sahnenin başında Amusa kendisine verilen görevi yerine getirmek için davulların çaldığı market alanına gider, ama içeriye giremez, kadınlardan oluşan bir grup buna izin vermez, bir de üstüne çavuşla dalga geçerler; içeriden çıkan Iyaloja ne olduğunu görür ve Amusa'dan gitmesini ister; bu gecenin Elesin'in düğün gecesi olduğunu bu yüzden sessiz sakın geçmesini istediğini söyler. Amusa başarızlığını Pilkings'e bildirmek için yanına gider, vali olaya el koyar ve bundan sonra kendisinin ilgileneceğini söyler. Kralın öldüğünü öğrenen Olude, Elesin'in büyük oğlu, tıp okumak için gittiği İngiltere'de babasını gömmek için geri gelir. Pilkings'in bu duruma karışmamasını ister, ama bu istek boşunadır. Davul seslerini duyan Olunde babasının öldüğünü düşünür ve cesedi görmek için çıktığında babasını elleri kelepçeli halde karşısında bulur. Olunde onu tanımamazlıktan gelir, süvari ise korkunç bir utanç içindedir; ondan beklenen işi yapamamıştır, halbuki oyunun başından beri görürüz ki ölüme korkuyla falan yaklaşmamakta, hatta ondan "atalarımı görmeye gideceğim" diye söz etmektedir. (Ama güzel kız aklını çelince oyunun aksiyonu da buradan çıkmış oldu.)

Oyunun son sahnesi Elesin'in hapisteki hücresinde geçer. Oyun boyunca baktığımızda üç en fazla dört mekan kullanılmıştır olduğunu görürüz. Sonunda babası yerine Olunde kendisini öldürür, genç karsı ile Elesin ise Olunde'nin ölü bedenine bakakalırlar. İngiliz çiftte ise bir değişiklik görmeyiz. (belki Jane de biraz görülür)


Oyunun ikinci baskısı için kaleme aldığı notta Soyinka, oyunu bir ""kültürler çatışması" olarak görmediğini, oyuna böylesi bir önyargı etiketi koymak istemediğini söyler. Oyunu daha çok "metafiziksel" olarak tasvir eder. Bence de oyun hayatın bir yansıması gibi, ölüm ve ona giden andaki olayların gösterimi.

Türü için rahatlıkla trajedi diyebilir. Marketteki kadın grubu klasik oyunlardaki korolara benziyor, gerçi burada aksiyona dahil oluyorlar ama işlevleri koro ile aynı. Oyun bana okurken Shakespeare'i hatırlatmadı değil; onun trajedilerini okurken bazı yerlerde gülümsersiniz bazı yerlerde de gözünüz dolar; Soyinka'da da benzer bir tını var, lakin ilk üç sahneden sonra gülümsemeleriniz acı bir hal almaya başlıyor, bu da Wole Soyinka'nin trajedideki başarısını göstermekte.

Aristotelesçi bir klasik yapısı olan bir oyun yazmış Soyinka; 5 perdelik yapısı, karakterden ziyade aksiyonun önem taşıdığı, neredeyse 3 birlik (zaman, mekan, aksiyon birliği) kuralına uygun.

Oyun karakterini kabaca iki gruba ayırabiliriz; beyazlar ve siyahlar. Beyazlar grubundakiler Jane hariç tip kategorisindedirler; ne çelişki taşırlar ne de değişim gösterirler. Ama Jane, Olunde'nin ölümünden sonra ufak bir değişim gösterir. Siyahlarda ise, Iyaloja müstakbel gelinini Elesin ile evlendirme konusunda karakter olduğunu gösterir. Olunde için karakter diyebiliriz, neticede onun ölmesi değil babasının ölmesi gerekiyordu ama o karar verdi ve kendini öldürdü. Oyunun aksiyonuna katkısı yadsınamaz.

Bence müziği de bir oyun karakteri sayabiliriz; bu oyun müziksiz düşünülemezdi. Soyinka'nin dediğine göre Nijerya müziksiz olamazmış. Hocam Prof. Dr. Ayşın Candan'in anlattığı bir hikayeyi alıntılayayım; 1996'da seyirci olarak katıldığı bir konferansa Soyinka da konuşmacı olarak katılmış, orada oyunlarından bahsederken Nijera'nın müziksiz yaşayamayacağını söylemiş, müziğin önemini  göstermek için ufak bir deney yapmış; salonu üçe bölmüş, her bir bölüme farklı ritmler vermiş ve bu ritmleri kendisi yöneterek bir melodi çıkartmış ortaya, salonda oluşan hava inanılmazdı diyor Candan, eminim öyledir, çünkü oyunu okurken de ritmlerin gücünü hissedebiliyorsunuz. Sanki o da bir karaktermiş gibi diğer karakterleri etkiliyor ve aksiyona dahil oluyor.

Oyunun diline gelirsek; bir İngiliz sömürgesi olan Nijerya'daki toplumu İngilizce konuşurken kaleme almış Soyinka, aralar da yerli dilden kelimeler, pasajlar eklemiş. Sade ama ritmik bir dili var, daha çok diyaloglardan oluşsa da monologlara da yer verilmiş. Sahne yönetimi de oldukça yer kaplıyor oyunda.

Sahnelenirken dekorun mümkün olduğunca sade tutulması taraftarıyım, oyun karakterleri ve olaylar yeterince renkli olduğu için bunu yansıtmak için sadelik güzel olur. Işığı dekor olarak kullanmak yaratıcı olabilir.

Toparlayarak bir sonuç yazmak gerekirse, oyunun sonunda suçsuz bir genç adamın ölmesi, İngiliz kolonisini temsil eden çiftin herhangi bir değişim göstermemesi Soyinka'nin gidişattan pek de umutlu olmadığını gösteriyor, eğer olsaydı Olunde yerine Elesin'i öldürürdü bence. Bu yüzden tam bir trajedi diyoruz, Shakepseare'in King Lear'ini çok acı bulup da değiştirenler 21.yüzyılda olsalar bu oyunu da değiştirirler miydi acaba?



                                                                     * * *

  
Not: Oyunu okumak isterseniz sadece İngilizcesi var, maalesef daha hiçbir metninin Türkçe'ye çevirisi yapılmadı.



3 Ocak 2012 Salı

An Apology for Poetry için fezleke


 

Dünkü yazıya konu olan An Apology for Poetry metni Sir Philip Sidney’in 1580 cıvarında yazdığı varsayılan ve 1595’te ise baskısı çıkan, (İngiliz) Rönesans’ının en önemli ve büyük eleştirel eserlerinden birisidir. Rönesans kavramı çerçevesinde edebiyat alanı için ele alınan konuların, fikirlerin bir derlemesini/savunmasını yapar.


1579 da Stephen Gosson’un yazdığı The School of Abuse’a cevap mahiyetindedir. Gosson yazdığı bu metinle edebiyata (bilhassa dramaya) Puritan bir saldırı gerçekleştirir ve eseri Sidney’e atfeder. Puritan olduğunu özellikle belirtiyorum çünkü Puritanlar eğlenceli olan her şeye karşılar ve İngiltere’de tiyatroların bir dönem kapatılmış olmasının da başlıca sorumluları onlardır. An Apology for Poetry’de Sidney’in bu saldırıya (ve genel olarak şiirden nefret edenlere) verdiği cevapları görüyoruz.

Sidney, metni klasik söylevin 7 farklı bölümüne dayandırarak yazar: exordium (dinleyicinin ilgisini çekme); narratio (şiirin tarihsel arka planı); propositio (şiiri savunması); partitio (argümanları kategorize etmesi); confirmatio (durumu ortaya koyuşu); reprehensio (son kez karşı tarafın argümanlarını reddetme); peroratio (sonuç). Argümanlarını 3 temel başlık altında toplar: şiirin* tarihsel rolü, şiirin ideal amaçı üstüne felsefi bir münazara ve şiirin manevi ve ansal mahiyetleri.

Başlangıç olarak (Exordium), Sidney okuyucunun ilgisini çekebilmek için bir hikaye ile başlar, bunu ise şiire/edebiyata bağlar ve asıl konusuna giriş yapar (Narratio). Şiirin tarihsel rolünden bahseder; Romalılar şair için vates (kahin) kelimesini kullanırlar, dolayısıyla şair denen kişi kahince bir karakterdir. Bunun için ise İncil’den (Old Testament) “David’s Psalms” süresini örnek verir. Hemen ardından Eski Yunanlıların şair için kullandıkları poet (yapan) kelimesine geliyor, bu anlamı vermelerinin sebebinin ise şairlerin doğa ve gerçeklik ile birlikte başka dünyalarla da uğraştıklarını, Aristoteles’ten farklı olarak şiirin tüm bilgi kaynaklarından (hukuktan, felsefeden, geometriden, hekimlikten, vs.) daha yüce olduğunu vurgular. Şairin yaşadığımız dünyadan daha güzel, daha iyi bir yer yaratabilme gücünden ve şairlerin doğadan aldıklarını birer altın olarak geri verebildiklerinden bahsediyor. (“Her world is brazen, the poets only deliver a golden”)

“Şiir bir taklit sanatıdır ve temel amacı öğretmek ve sevindirmek”tir diye şiir tanımı yapan Sidney şiiri 3 türe ayırır; dini şiir, felsefi şiir, imgesel/yaratıcı şiir. Esas olarak 3.tür olan, imgesel/yaratıcı şiir üstünde duran Sindey bunun önemini mısra veyahut kafiyeyle bağdaştırmadan anlatıyor (İngiliz dramasının en parlak dönemlerinden saydığımız Shakespeare dönemi örnek alınabilir, o da eserlerini blank verse [serbest kafiye] ile yazardı, sonuç ortada).

Sidney’in şiirin en üstün olduğunu düşündüğünü yukarıda söylemiştik, eserin bu bölümünde, konu yine buna geliyor ve ona “architectonic” yani baş yaratıcı sıfatını veriyor. Şiirin üstün olduğu savını sağlamlaştırmak için felsefenin ve tarihin eksikliklerinden bahsediyor; filozofun bilgilerinin soyut ve genel olduğunu, tarihçilerin ise ilke eksikliği olduğundan gem vuruyor. Bu bölümü şiirin avantajlarından bazılarını sayarak kapatıyor: şiir, tarihin ve felsefenin veremediği her şeyi—örneği ve ilkeyi—verebilir; şair, filozofun aksine, somut ile soyut olan şeyi birleştirebilen kişidir; şiir somut örnekleri ile felsefeyi aşar; şairin erdem ve zaafları bir tarihçininkinden daha mükemmeldir, çünkü tarihçi her şeyi olduğu gibi anlamak durumundayken şair olaylara istediği şekli verebilir. [Bu noktada poetic justice’dan bahsetmek gerekir, çevirisinde anlam kayması olduğunu düşünüyorum çünkü bunu ilahi adalet diye çeviriyorlar, oysa burada poetic, ilahi anlamında kullanılmamaktadır. Şairin olayları ahlakı olarak düzeltebileceği anlamı verilmektedir.]

Sidney, Gosson'un ve diğer şiir karşıtı söylevcilerin lakırtılarını iki gruba ayırıyor: saçma/önemsiz itirazlar ve esas itirazlar. Tahmin edeceğiniz gibi saçma/önemsiz itirazlarla çok vakit harcamıyor onlar için: cevap vermeye bile değmeyecek, önemsiz ve zararsız şeyler diyor. Esas itirazları ise dört temel maddeye ayırarak inceliyor: 

  1. Deniyor ki, insan vaktini şiirden daha öğretici şeylerle harcamalı. Sidney ise şöyle düşünüyor, yukarıda da söylemiştik, şiir hem öğretici hem de erdemlerle yöneliktir.
  2. Şiirin kötülüklerin ana kaynağı olduğu, söyleniyor. Sidney ustaca şöyle diyor, bir insan herhangi bir şey bilgilendirmiyorsa (1. maddede şiirin öğretici olmadığını iddia etmişlerdi) o halde şair nasıl olur da yalan söyler. Birisinin yalan söyleyebilmesi için önce bilgilendirmesi gerekir.
  3. Şiirin, insanın aklını gerektiği gibi kullanmamasına ve onu şehvet ve günah dolu aşka yönlendirdiğinden gem vuruyorlar. Sidney bu saldırıdan da güzel bir örnekle çıkıyor, şiirin gerektiği gibi kullanılmadığında zararlı olabileceğini kabul ediyor, tıpkı tıp biliminin zehir yapmak için suistimal edilmesi gibi.
  4. Bu sefer, son taarruz olarak olarak Plato'u öne sürüyorlar ve onun Republic (Devlet) adlı eserinde sanatçıları ideal devletten kovduğunu söylüyorlar. Sidney kendi yanında olduğuna yürekten inandığı Plato'yu savunuyor, onun şairlere değil şiirin suistimal edilmesine karşı olduğu, Plato'nun şairlerin başı olduğu ve Caesar, Aristotle, Plutarch gibi ustaların onu nasıl onurlandırdığını anlatıyor.
Sidney metnini toplamaya başladığında son olarak, şiirin İngiltere'deki yerinden söz açıyor. Başka ülkelerdeki gibi, İngiltere'de niye şiirin onurlandırılmadığını, hiçbir yazarın şair olarak doğmamış olmasına bağlıyor. Şiirin; sanata, yansımaya ve uygulamaya/çalışmaya ihtiyaç duyduğunu düşünüyor. İngiliz dramasına kendi eleştirini getirerek, oyunların hiçbirinin tam olarak bir komedi ya da trajedi olamadığını, çünkü 3 birlik (zaman, mekan, olay birliği) kuralına uymadıklarını, bir sürü yanlışlıkla dolu olduklarını ve komedilerin hatalı varsayımlar üstüne inşa edildiğini, komedinin asıl amacının kaba güldürüden ziyade güzel öğretimler vermesi gerektiği söyleyerek metnini sonlandırıyor.

Tutarlı bir yol izlediği aşıkar, zira şiiri savunmak için yazmaya başladığı metni, kendi şiir eleştirisi ile sonlandırabilmiş.






23 Kasım 2011 Çarşamba

Litera


İstanbul Üniversitesi'nin İngiliz Filolojisi bölümünün yayınladığı Litera dergileri. Elimdeki en eski sayının tarihi 1951, en yenininki ise 2000. İçlerinde çok değerli akademisyenlerin (Mina Urgan, Berna Moran,C. E. Bazell, Marion A. Taylor) makaleleri var. Bazılarını vakit bulunca buradan da paylaşacağım.