30 Mayıs 2017 Salı

Tercüme, Eleştiri ve Burian

Künye: Orhan Burian. "Tercüme ve Bizim için Mânası Üzerine," Araştırmalar-İncelemeler. Der. Zeki Arıkan. Ankara: Atatürk Kültür Merkezi, 2006; s. 473-78.



   "Avrupa'nın büyük edebiyatlarında "Renaissance" tercümecilikle başladı" (473), diyerek başlıyor Burian denemesine. Bu ulusların bilgiye ulaşmak için sıklıkla tercümeyi kullandığını, yalnızca klasik Yunan-Latin edebiyatlarıyla değil aynı zamanda İncil tercümesinin de Rönesansa ön ayak olduğunu vurguluyor.* Oldukça yerinde olan bu tespit reform ile rönesansın iç içe neredeyse ayrılmaz halde anıldığının arkasındaki sebeplerdendir. Almanlar İncil'in çevirisi üzerine yoğunlaşmışken, Fransızlar, İspanyollar, İngilizler, İtalyanlar edebiyat çevirileriyle boğuşmaktadır. Eskileri yeteri kadar "taklit edip" kendi seslerini bulduklarında, bu ulusların her biri kendi çağdaş edebiyatlarını oluşturmuşlardır. 

   Avrupa örneğinden memleket örneğine geçiyor Burian, peki bizde niçin Rönesans başlamadı diye soruyor, "biz--dil bilmeyen, nesillerle okuyucu kalabalığı--birkaç yazıcının tamamiyle insafına kalmış olarak yetiştik" (474). Haliyle bu birkaç yazıcının beğendiği, seçtiği, tercüme etmeyi uygun gördüğü, yer yer "gereksiz" gördükleri için sildikleri bölümlerle, gerek "yeterli" gördükleri kadarıyla yaptıkları tercümelerle yetiştikleri için, onlara ne verildiyse onu okudular ve ona inandılar. Bu yüzden hâlâ büyük Türk edebiyatı yok yanıtını bulabiliyor Burian [hiç haksız sayılmaz, ne dersiniz].  1944 yılında kaleme aldığı bu denemede zamanının (ya da biraz öncesinin) yazılarına güzel eleştiriler olduğunu düşünüyorum, şöyle bir eleştiride bulunuyor büyük Türk edebiyatına sahip olmadığımız kanısına vardıktan sonra: 
"(...): gündelik gazete sütunlarından kitap şekline geçmeye bile değmeyen yazıları millî roman saymak; toy delikanlıların vezinli düşmüş hayal kırıntılarına yahut heyecan taşkınlıklarına yüzyıllık şiir değeri vermek; bilgiye dayanmaksızın, sade dostluk yahut düşmanlık icabı verilen irtibatsız hükümlere tenkit demek hep ölçü, ayar yoksunluğundan geliyor." (474)

Bu eleştirilerine katılmamak elde değil, 1944 yılından bugüne baktığınızda hâlâ güncelliğini koruyan gözlemler hatta. Kitap eklerini okuyan (daha doğrusu artık okumayan) insanların birçoğu çavuş-ahbap ilişkisinin farkında olduğu için uzaklaşıyor ondan. Eleştirinin doğru olup olmadığına bakmaksızın olur da çok sevilen, övülen bir kitaba yahut yazara eleştirel bir şey söylerseniz onun "fanatikleri" sosyal medyanın her kolundan bir anda üzerinize çullanabiliyor. Bir şeyin yahut insanın fanatiği olmak benim için aklımın almadığı bir şey, bilgiye dayalı, rasyonel eleştiriyse kollarımız hep açık. Bazen çalıştığınız yayınevilerinin yaptığı hataları ortaya koymanız bile etik dilemma oluşmasına neden oluyor.

   Yazının devamında devlet eliyle başlatılan çeviri seferberliğinden bahsediyor Burian, burada bile eleştirel sesini susturmadan. Öncellikle kişilerin kurduğu yayınevileriyle başlayan bir tür teşebbüs olduğunu vurguluyor, son iki yıldır (1942) da devletin öcülüğüyle "fevkalâde hızlandığını" (474), söylüyor. Bu yıllarda bir yandan yayınlanan tercüme kitaplar bir yandan da yeni açılan yayınevilerinin sayısı gittikçe artmış. Tercüme eserlerde "her zaman edebî değer birliği, sıhhat bütünlüğü, tarih uygunluğu" bulunmasa da tercümelerin faydası yanında düzeltilebilir bu kusurları mazur görüyor. Devletin tercüme işine verdiği desteğin yayınevlerine öncülük ettiğinin özellikle üzerinde duruyor, meselâ devlet tercümeleri sayesinde yayınevlerinden çıkan tercümelerin başlarına "Bu eser ...ce tercümesinden çevrilmiştir," ya da "kısaltmadan çevrilmiştir" gibi ibarelerini yazma şuuru kazanılmıştır diye Burian. Çevirinin bir bilen tarafından kontrol edilmesi, mütercime eksikliğinin gösterilmesi, mütercime biraz daha fazla para verilmesi hep devlet örneğinden sonra yayınevlerine geçmiş.

   Burian devletin rolünden bahsederken şöyle diyor: "Tercümecilik, bu memlekete onun özlediği Renaissance'ı getirecek humanizma ruhunun bir belirtisi ise, bu yolda Devlet en büyük humanizmacı olarak çalışmaya başlamıştır" (475). Hasan Âli Yücel'in başlattığı humanizma akımı içine birçok önemli ismi alarak büyümüş, şimdilerde kitaplığımızda bulunan birçok klasik metnin çevirisi o günlerden gelen tercümelerin yeniden baskıları genellikle. Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol, Nurullah Ataç, İrfan Şahinbaş ve daha birçok isim, üzerine Balıkçıyla gelen akım bu insanları ve yaptıkları işleri  dönemi için daha da vazgeçilmez hale getirmiş. 

   Memlekette tercüme hâlâ daha çok büyük bir sorun [Hoş memlekette yalnızca tercüme değil, telif eser yazmak da büyük bir sorun.]. Öyle anlar var ki telif eser ile çeviri eserin farkını anlayamayan profesyonel edebiyatçılarla karşı karşıya durmak zorunda kalıyorsunuz. Her ne kadar 1940lar Türkiye'si için yeterli gibi gözükse de o zamandan kalan çevirilerin yeniden elden geçirilmesi, daha da doğrusu yeniden çevrilmesi gerekir. İsimlerin birer tabu haline gelmesi, onların çevirilerinin yahut yazılarının eleştirilemez ya da dokunulamaz olması 2010lar Türkiye'sinde çok iyi yetişmiş, binbir türlü kaynağa ulaşabilen genç kuşak çevirmen ve filologların önünde aşılması gereken oldukça yüksek bir duvar. Yayınevileri bilgiye, birikime yahut bilimsel kaynağa bağlılığa değil de bir isme ve onun temsil ettiğini düşündükleri değerlere bağlı kalmayı seçtikleri sürece bu önyargı duvarı gittikçe yukarılara çıkmaya devam edecek. Günümüzde butik yayınevleri yeni mütercimlere, fikirlere "biraz" daha açık olsa da yine de yeterli değil. Şimdiye dek Maarif Matbaası'ndan çıkan eserleri dörte beşe katlamamız gerekirdi ki denemenin başında Burian'ın dediği gibi kendi büyük Türk edebiyatımıza başlayabilelim. Denemesini güzel bir temenni ile tamamlıyor, 1944de entelektüel anlamda ümit verici şekilde ilerleyen tercüme yolculuğu ona şunları söyletiyor:
"Yazı sanatında en güzel, en ulvi örnekleri tanıyoruz. Yakında kendi dilimizde de güzeli ve ulviyi seçip aramak itiyadını kazanmış olacağız. O vakit Türk edebiyatında Renaissance bir "emri vaki" olacaktır. Mademki millî edebiyatların hamuru, dünyanın ölümsüz eserlerini içine alan tercüme faaliyetleriyle yuğrulmuştur; geleceği soframızdan daima tok kalkacağımıza güven besliyebiliriz." (478)  
Siz 2017 yılının ortasında tok kalkabildiğinizi düşünüyor musunuz? 



*

Birkaç kez daha yazmış olabilirim lakin tekrarın zararı olmaz, Orhan Burian'in eserlerinin baskısı tükenmiş, bu kitap gibi bazıları özel aramalar sonucu ortaya çıkartılabiliyor. Yapı Kredi Yayınları Burian'in mektuplarını ve günlüklerini basmış maalesef baskıları tükendiği, ya da tükenmeye yakın olduğu için bulunamıyor. Yazıları, denemeleri, monografi ise Zeki Arıkan'ın çabaları sonucunda bir araya getirilerek iki kitap halinde basılmış. Zeki Arıkan'ın Orhan Burian'ın tanınması için verdiği çaba dikkate şayandır, şimdiye kadar hiçbir yerde bir arada yayınlanmayan yahut sadece bilimsel dergilerde yayınlanan makalelerini de bir aryaya getirerek Burian'ın filolog kimliğine de dikkat çekmiş olur. 

Söylemek gerekir ki bu kitaplardaki yazılara başka kaynaklardan baktığınızda dilde farklılıklar bulabilirsiniz. Bunun nasıl olduğunu bilmiyorum, çünkü kitabın Önsöz'ünde bunlarda yayınlanan eserlerin olduğu gibi derlemeye dahil edildiğini yazıyor (vi). 

Umuyorum ki Yapı Kredi Yayınları, Burian tüm külliyatını basma işine girişir, bu kitapları ve yazılarını  gün yüzüne çıkartır. Türkiye'de İngiliz filolojisinde çok kısa fakat fevkalâde önemli bir isim olan Burian'in sonraki kuşaklara aktarılması gerektiğini düşünüyorum. 


*

Ortaçağ'da çevirinin gelişimi ve önemiyle ilgili Jacques le Goff'un Ortaçağda Entelektüeller kitabını öneririm.

* Cultural Translation in Early Modern Europe. Ed. Peter Burke and R. Po-chia Hsia. Cambridge: Cambridge University Press, 2007. (Erken Dönem Avrupa'da Kültürel Çeviri, çev. Ferit Burak Aydar, İş Kültür Yayınları, 2012)

3 Mayıs 2017 Çarşamba

Cicero, "Yaşlı Cato veya Yaşlılık Üzerine"

Daha sık tutacağımı düşündüğüm Yazar-Okurun Defteri yazılarım maalesef tembelliğimin ağır basması yüzünden epey seyrek su üzerine çıkıyor.

*

Takip ediyor musunuz bilmiyorum ama İş Bankası Kültür Yayınları'nın Hasan Âli Yücel Klasikler serisi neredeyse her ay 2-3 kitap yayımlayarak büyümeye, serpilmeye devam ediyor. İngilizce, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca gibi dillerden yapılan çevirilerin yanı sıra Eski Yunanca ve Latince'den de hatırı sayılır eserleri Türkçe'ye kazandırmaya devam ediyorlar. Cengiz de Latince metinlerin çevirileriyle seriye destek veriyor. 

*

Geçtiğimiz ay, Cicero'nun Yaşlı Cato veya Yaşlılık Üzerine isimli kitabı yayınlandı. Metin Cicero'nun en rahat okunan eserlerinden biri (bir diğeri de belki Dostluk Üzerine'dir--Cengiz'e selam olsun, onu da bekliyoruz). 

Cicero yaşlılıkla ilgili düşüncelerini Yaşlı Cato'nun ağzından dinleyicilere sunuyor. Bunlar gerçekten Cato'nun görüşleri mi yoksa Cicero yalnızca onun ismini ve saygınlığını kullanarak kendi görüşlerini mi kaleme alıyor bilmiyoruz (ayrıntılı bilgi için bkz. "Sunuş", v-xvi). Metnin başında Cicero şöyle yazıyor: "Masalların saygınlığı az olur diye tüm sözü, Ciuslu Aristo'nun yaptığı gibi, Tithonus'a değil, yaşlı M. Cato'ya verdim, böylece konuşmanın daha büyük bir saygınlığı oldu" (4). Bu, Cicero'nun Cato'yu seçmesindeki niyetini de ortaya koyuyor diye düşünüyorum. Diyalog olarak başlayan eser daha çok Yaşlı Cato'nun monoloğuna dönüşüyor, öyle de tamamlanıyor. Cato'nun karşısında ise Laelius ile Scipio var.

Cato'nun içinde bulunduğu yaşlılık çağını rahatlıkla benimsediğini monolog boyunca görüyoruz. Öyle ki, sizi kitabın sonuna geldiğinizde ölümün o kadar da korkutucu bir şey olmadığını düşünür hale getiriyor. Yakın zamanda okuduğum, beni birçok konuda düşündüren bir kitap oldu, okumaya başlarken bunu beklemiyordum açıkçası, ismi "Yaşlılık Üzerine" olduğu için belki. Ama kitabı okuduktan sonra siz de göreceksiniz ki, düşünmeye başladığınız şey yalnızca yaşlılık olmayacak. Kitabı--yaşarsak--hepimizin bir şekilde yaşlılık çağına varacağımızı düşünerek yalnızca yaşlılara değil her yaştan insana öneriyorum.

*

Yayın haklarına takılmadan, "tanıtım amacıyla, kaynak göstermek şartıyla kısa alıntılar" paylaşmak istiyorum:

"(...) felsefe ne kadar övülse azdır, felsefeye uyan biri ömründeki her çağı sıkıntısız geçirebilir." (4)
"(...) yaşlılığa karşı en uygun silahlar ilimler ve erdemlerin eyleme dökülmesidir." (7)
"Kişi kendini savunur, hakkını korur, kimseye boyun eğmez, son nefesine dek yakınlarına hükmederse yaşlılığı saygın olur." (20)
"Doğa ya da tanrı, insanı hiçbir şeyin daha üstün olmayacağı akılla donatmış; hiçbir şey bu tanrısal armağan ve bağışa haz kadar düşman değildir, zira şehvetin rehberliğindeyken ölçülülüğe yer kalmaz, erdem hazzın krallığında asla barınamaz." (21)
"Zira haz düşünceye engel, muhakemeye düşmandır, tabir yerindeyse aklın gözünü kör eder, erdemle takas edilebilir bir şey değildir." (22)

*

Marcus Cincius Alimentus, "Cincius yasası" (Lex Cincia) diye geçen yasayı teklif etmiştir; buna göre avukatlar dava açıldıktan sonra armağan ya da bağış alamayacaktır (19.dn). Bu yasa aklıma Bacon'ın durumunu getirdi: bir yandan hukuk kariyeri diğer yandan politik kariyeri devam ederken Bacon bir davacısının verdiği bağışı kabul ettiği gerekçesiyle dava edilir, suçlu bulunur, birkaç gün Londra Kulesi'nde yattıktan sonra bir daha kamu hayatında çalışamama cezası verilerek sarayın dışına çıkartılır. Hayatının son 5 yılını felsefe-bilim metinleri üretmekle geçirir. 

Eser bana klasik dünyadan bir ismi daha öğretti: Ennius. Maalesef Latin şiirinin babası sayılan bu isimden bihaberdim. Kendisinden günümüze kalan şeyler fragmanlar halinde, başka yazarların anlatıları içinde yer alıyor. 

Yaşlı Cato'ya göre yaşlılık rahatsızlık vermez, bilakis hoşa giden bir şeydir. Nasıl ki gençler akıllı yaşlılarla vakit geçirmeyi sever, yaşlılar da iti karakterleri gençlere öğüt vermeyi, bu öğütler sayesinde onları "erdemleri arzulamayı yönlendirmeyi" (15) isterler:
"Öyle ki, etrafı gençliğin öğrenme arzusuyla çevrilmiş yaşlılıktan daha tatlı ne var?" (17) 
Gençleri eğitmeyi, yetiştirmeyi, onlara görev üstlenme yükümlülüğü aşılamayı yaşlıların bir görevi olarak görür Yaşlı Cato, "bundan daha üstün bir iş olabilir mi?" (17)


Yaşlı Cato Pythagorasçı yöntemle hafızasını güçlü tutmayı talim ettiğini söylüyor: tüm gün yaptığı, işittiği, söylediği şeyleri geceleri aklından geçirmek. Günlük hayatımızda sıklıkla duyduğumuz bir laftır "Ben daha sabah/akşam ne yediğimi hatırlamıyorum," belki de Yaşlı Cato'nun bu öğüdüne şimdiden kulak asmak gelecek yıllarımızda bizi daha rahat ettirebilir. Yalnızca bedene yapılan yatırımın yeterli olmayacağını da söylüyor Cato, zihne yapılacak yatırım daha iyi ve saygın bir yaşlılık için iyi olacaktır. 


fotoğraf: mehmet çelik (erguvankalem.blogspot.com)


Kitabın bir yerinde bitkilere, çiftçiliğe ve bahçelere olan merakından/düşkünlüğünden bahsediyor Yaşlı Cato. Bu merak yaşlılıkta mı geliyor bilmiyorum ama tanıdığım birkaç insanın yaş aldıkça bahçeye, bitkilere ilgi beslediğini gözlemledim. Belki de monologunun başında dediği gibi "sonraki nesillere bir şeyler bırakmak" için yaşlılık çağında bitkilere ilgi göstermeye başlanıyor. 

Yaşlı Cato monologunun bir yerinde vardığı sonuçta şöyle diyor; "gençlikte temeli atılan yaşlılığı övdüm" (32). Bir çeşit kazanılmış olan saygınlıktan bahsediyor, birisinin yalnızca yaşlı olduğu için saygı gösterilmesinden ziyade, "son döneminde onurlu bir şekilde varılan bir ömür, saygınlığın nihai ürünü"nün (32) elde edilmesinden. Ne ekersen onu biçersin, gençliğini kaliteli bir şekilde geçirenlerin yaşlılıktan korkmasına gerek yok gibi. Zaten yaşlılığını da gençliğinde olduğu gibi yoğun ve çalışmayla geçiren kimsenin farkına varmadan, yavaş yavaş yaşlanacağını söylüyor Cato, önemli olan ruhunuzun yaşlanmaması. Buna izin vermeyen isanların da yaşlandığı görülmemiştir. Doğal sürecin parçası olarak, yaşayabildiğimiz kadar yaşayıp sonra da öleceğimize göre, yaşadığımız her anı iyi geçirmek, çünkü yaşlılığın ürünü geçen iyi zamanın hatırası ve bereketidir. Yaşlı Cato'nun monologunu bitirdiği temenni ile bu yazıyı tamamlayalım:
"Yaşlılıkla ilgili söyleyeceklerim bu kadar. Umarım siz de bu çağa erersiniz de, benden duyduklarınızı tecrübe ederek onaylarsınız."


Künye: Cicero, Yaşlı Cato veya Yaşlılık Üzerine. çev. C. Cengiz Çevik. İstanbul: İş Bankası Kültür Yay., 2017. Baskı.     


>> Satın almak için Kitapyurdu || Oda Kitap 


Mehmet'in yazısı için bkz. || Cengiz'in yazısı için bkz.


27 Nisan 2017 Perşembe

(Makale) "Bacon’ın De Sapientia Veterum’unda Mitlerin Politik Yorumu Üzerine Bir İnceleme"

Kutadgubilig Felsefe - Bilim Araştırmaları dergisinin 33.sayısı çıktı! Bu sayıda benim de "Bacon’ın De Sapientia Veterum’unda Mitlerin Politik Yorumu Üzerine Bir İnceleme" başlıklı makalem bulunuyor. 

De Sapientia Veterum (DSV) ya da Eskilerin Bilgeliği Üzerine Bacon'ın ilk kez 1609 yılında  Latince olarak yayınladığı kitabıdır. Toplamda 31 Yunan-Latin mitinin kendi toplumundaki (16.yy sonu - 17.yy başı İngilteresi) yansımalarını kıyasladığı metinlerden oluşur. Bacon'ın külliyatı içinde önemli bir yeri olan DSV felsefî ve politik konuların yanı sıra Bacon'ın toplumsal ve ahlaki gözlemlerini de içerir. Metin, maalesef, şimdiye kadar Türkçe'ye çevrilmemiştir. [Umarım bu boşluğu yakında tamamlayabiliriz.] Bazı bölümlerinin çevirileri Seçme Aforizmalar'da (Haz. C. Cengiz Çevik, İş Kültür, 2008) bulunabilir. Bu makalenin esere aşınalık kazındırmada yararlı olabileceğini umuyorum.




Künye: Çakan, Melike. "Bacon’ın De Sapientia Veterum’unda Mitlerin Politik Yorumu Üzerine Bir İnceleme." KutadgubiligMart 2017 (No. 33) s.171-190. Baskı.

Abstract: This study aims to discuss myths—in particular political related—from Francis Bacon’s (1561-1626) De Sapientia Veterum (The Wisdom of the Ancients). In the preface of De Sapientia Veterum Bacon writes that the myths of antiquity are covered with veil and if someone dares to lift it up, one can find the lost wisdom of the ancients. Throughout the work he tries to prove this point. According to Bacon there are two main reasons of using myths: to hide truth or to show truth. He writes his interpretations to show truth. In addition to De Sapientia Veterum, Bacon uses mythological factors in his other works, such as the Essays and the Advancement of Learning. Therefore, while discussing the mythological factors in De Sapientia Veterum, his other works as well as his own experiences and observations will be used. 
Keywords: Francis Bacon, De Sapientia Veterum, Wisdom of the Ancients, Myths, Politics, England. 

Özet: Bu çalışma Francis Bacon’ın (1561-1626) De Sapientia Veterum (Eskilerin Bilgeliği Üzerine) adlı eserindeki mitlerden politik olanlarını incelemektedir. Bacon De Sapientia Veterum’nin önsözü için kaleme aldığı metinin hemen başında mitolojideki kıssaların "adeta duvakla" örtülü olduğunu ve bu duvak kaldırıldığında altından eskilerin kayıp bilgeliğinin çıkacağını iddia eder, eser boyunca verdiği öğüt ve analizlerle bir nevi bunu kanıtlamaya çalışır. Bacon’a göre mitler iki amaç için kullanılır: gerçeği gizlemek ya da gerçeği daha görünür kılmak. De Sapientia Veterum’de aldığı mitleri ikinci amacı için yazar. Bununla birlikte Bacon’ın diğer eserlerinde de mitolojik öğelere rastlamaktayız. Bu yüzden De Sapientia Veterum’daki politik bağlamda ele alınan mitolojik öğeleri hem Bacon’ın şahit olduğu ve bildiği tarihsel örnekleri hem de diğer eserlerindeki benzer yaklaşımlarını göz önünde tutarak değerlendiriyoruz.



--

Academia.edu 

Satın almak için: Kitapyurdu 


29 Mart 2017 Çarşamba

(Konferans) "The Fine Art of Lying"

British Institute of Florence her yıl olduğu gibi bu yıl da Shakespeare haftası düzenliyor, etkinlik 4-7 Nisan tarihleri arasında enstitü binasında gerçekleşecek, çeşitli konferanslar, workshoplar ve okumalar olacak. Italian Association of Shakespearean and Early Modern Studies (IASEMS) 2009 yılında başlattığı, bir günlük Shakespeare Graduate konferasını, ilerleyen yıllarda konferansın ismi "Shakespeare and His Contemporaries" ("Shakespeare ve Çağdaşları") olarak katılımcı kitlesi de uluslarası olarak genişletilir. Böylece Erken Dönem üzerine çalışanlar konferansa katılma şansını sahip olur. 

Bu yıl ki konu "The Art of Lying" ("Yalan Söyleme Sanatı"). Bu konferansta, "Arts of Life: On Bacon's 'Of Simulation and Dissimulation'" (Hayat Sanatları: Bacon'ın 'Yapmacıklık ve İkiyüzlülük' Denemesi Üzerine) isimli makalemi sunacağım. Aşağıdaki görseller konferansın broşüründen, ismimi tezimi yazarken eserlerinden çoğun yararlandığım Prof Kent Cartwright ile aynı sayfada görmek beni çok heyecanlandırdı. İlk defa bir uluslarası konferansa katılmanın heyecanı da cabası. : ) 


konferansın posteri

Program şöyle:


*

Floransa'da bulunacağım birkaç günü elimden geldiğinde blogta paylaşmaya çalışacağım; belki oradayken eş zamanlı paylaşım yapamam ama döndükten sonra bunları ekleyeceğim.


27 Mart 2017 Pazartesi

Traugott Fuchs (1906-1997)


Leo Spitzer yahudi kökenli olduğu gerekçesiyle Köln Üniversitesi'ndeki görevinden uzaklaştırılır.  Bunu protesto etmek için asistanı Traugott Fuchs, imza toplamaya başlar ve bir öğrenci hareketi düzenler. Nazi öğrencileri tarafından saldırıya uğrar, yönetim tarafından sorgulanır ve nihayetinde üniversiteden kovulur. 

Luteran bir papazın oğlu olan Fuchs, çocukluğundan beri ırkçılığın her türlüsüne şiddetle karşı çıkan birisi olmuştur. Almanya'da gittikçe artan baskıya ve ayrımcı politikaya daha fazla dayanamayan Fuchs, hocasının İstanbul'a yaptığı daveti kabul ederek ülkesinden ayrılır. Sevgili hocam Prof Dr Süheyla Artemel'in anlattığına göre, Fuchs'un geliş hazırlığına babası yardımcı olmuştur: 
Fuchs'un sert ve çok disiplinli bir Prusyalı olarak tarif ettiği babasının, fen bilimleri ya da kendisi gibi papazlık mesleğini seçmemiş, isyankâr ve sanatçı kimliğe sahip oğlunun kararını anlayışla karşılaması   ve onu, sonunun ne olacağını bilmediği bir yolculuğa, belki de kendisini bir daha görüp göremeyeceğini bilmeden yollaması hiç de kolay olmamıştır. Nitekim, Fuchs 1944 yılında ölen babasını bir daha görme fırsatı bulamaz. 






"Uykumda beni vatanıma taşısalar...!"
"Schlafend tragt man mich in meine Heimat dann...!"
"Let them carry me to my country then...!"
Traugott Fuchs



İstanbul'a geldiğinde Spitzer tarafından İstanbul Üniversitesi Yabancı Diller Okulu'na Fransızca okutmanı olarak atanır, ardından geçici olarak atandığı Alman Dili ve Edebiyatı'nda dersler vererek bu bölümün temellerinin atılmasını sağlamıştır. Bu olayı anlatırken kendi payını göz ardı ederek, hocası Spitzer'in bölümün kurucusu olduğunu söylemiştir. Fuchs öğrencilerine çok önem veren bir eğitimci olmuştur, bunu tüm öğrencilerinin anılarından-hatıratlarınından görebilirsiniz. Onunla tanışma şansını yakalamış, derslerine katılabilmiş herkes Fuchs ile adeta bir edebiyat serüvenine çıktıklarını söyler. Her türlü dogma, ön yargı ve ayrımcılıktan arınmış derslerinde evrenselliğin önemini vurgulaması ve Alman edebiyatını öğretirken başka edebiyat ve kültürlerle ilişki kurması, öğrencilerinin ufkunu geliştirmesine ve onlarla çıktığı serüvende yoldaşları olabilmesine vesile olmuştur. 


Fuchs yalnızca bir filolog değil aynı zamanda bir ressam, şair ve müzisyendir. Ölümünün ardından tüm arşivi Boğaziçi Ünivesitesi'ne kalmıştır (http://www.fuchs.boun.edu.tr). Bu arşiv çalışması gerek Fuchs'un bilim insanı, eğitimci, entelektüel olarak önemini daha iyi anlamamız açısından zarurî gerekse  Fuchs'un arkadaş çevresindeki insanlarla--Hermann Hesse, Erich Auerbach, Leo Spitzer, Ritter, Rosemarie Burkart, Hans Marchand--yazışmalarını gün ışığına çıkartmak için önemlidir. Bu evraklar döneme ayna tutan belgeler olduğu için paha biçilemez değerleri vardır. 


Üst üste gelen aksilikler sebebiyle arşiv hâlâ tamamlanabilmiş değil. Projenin başında sevgili hocam Prof Dr Süheyla Artemel var. Umuyorum ki arşivin önüne çıkartılan sorunları aşabileceğiz. 


*


Arşiv ve Fuchs hakkında yazmaya devam edeceğim.